Öteki ve Ölüm

Öteki ve Ölüm

Schopenhauer‘a göre “Herkes karşısındakinde kendi yoksun olduğu yanları sever.” İlk bakışta bu cümle ötekiyle kurulan bağı pragmatik bir düzlemde ele alıyor gibi görünse de üzerine düşünüldüğünde daha derin bir hakikati ifade ettiği görülür; insandaki tamamlanma güdüsü ve o güdüye kaynaklık eden insanın ontolojik eksikliği. İnsan ruhunun derinliklerine inildiğinde acziyetin kaynaklık ettiği ötekine ihtiyacın sesi yankılanır.

İnsanın ruhsal gelişimini açıklamaya yönelik ortaya konan ve insanın nesneye olan ilgisini izah etmeye çalışan teoriler Freud’ un dürtü kuramıyla başlamış Adler’in bireysel psikolojisi, Klein’nin temellerini attığı nesne ilişkileri ve Kohut’un kendilik psikolojisiyle devam etmiştir. Kuramların adları ve kuramcıların isimleri değişse de hepsinin temelde açıklamaya çalıştıkları temel konu ; insanın ötekiyle kurduğu-kurmak zorunda olduğu ilişkinin kaynağı, motivasyonu ve niteliği olmuştur. Sorulan soru hep aynı olmuştur:"İnsan ötekiyle niye ilişki kurar?" ( diyalog felsefesinin kurucusu varoluşçu filozof martin buber ötekini sen ve o diye ikiye ayırır ve nitelikleri birbirinden farklı iki ilişki paterni tanımlar) Bu soruyu deneyimlerimizin kılavuzluğunda şöyle de sorabiliriz:İnsan neden bir başkasına ihtiyaç duyar ya da neden yönü kendilikten ötekine doğru olan -ya da öyle görünen- varlığından emin olduğumuz ama tarif etmekte zorlandığımız ve bizi ötekine bağlayan, adına sevgi denen bir hissi deneyimler?

İlk araştırmacılar insanın doğarken boş ve beyaz bir sayfa gibi nötr doğduğunu iddia etse de artık birçok araştırmacıya göre insan, belirsiz ve çekirdek mahiyetinde olan ego çekirdekleri-taslaklarıyla doğar. Öyle bir taslak ki sınırları muazzam bir acziyetin ve alıcılığın nihai sınırlarını işaretler nitelikte. Almaya ve dolmaya teşne bir varlık olarak insan bebeklik çağında adeta sonsuz mahiyette olan o boşluğun yarattığı vakum etkisiyle en başta annesi olmak üzere yakın çevresindekileri kendine çeker.  İnsan evladı, nihayetsiz esneme kabiliyetine sahip ruhsal varlığını doyurmaya çalışırken pasif bir alıcı değil, aldığını henüz taslak mahiyetinde olan kendiliğinin rengiyle boyar. Dönüştürdükten sonra biricik olan kendiliğine mal eden aktif bir alıcıdır. Aslında insan, aldığı ilk andan itibaren vermeye de başlar ve ötekini kendisine ağlayarak davet ederken ötekine doğru akmaya gülümsemekle devam eder. Çocukluk yıllarında daha belirgin olan alma lehine cereyan eden bu ilişki yaşla beraber verme lehine bir miktar dengelense de insan bir ömür  hep bu ontolojik eksikliği gidermenin ve tamamlanmanın sancısıyla ‘yatay’ ve ‘dikey’ ilişkilerle varlığına nefes aldırmaya çalışır.   

Su misali akmak ister insan; sınırlarını aşmak, bendlerini yıkmak, ötekiyle temas kurmak, kurulan ilişkinin biricikliğinde ötekine can olurken aynı anda hayat bulmak, varlığını ötekine koşulsuz sunarken yepyeni bir varlığı deneyimlemek ve ruhunun onulmaz açlığını kurulan samimi ilişkinin meyveleriyle doyurmak ister. Başka bir deyişle insan ötekinin aynasında görünmekle varlığının farkına varırken aynı zamanda kendiliğin sınırlarını da keşfeder. Nitekim mutlak olan anlaşılamaz. Sınırı olmayanın ötesi de yoktur. İnsanın sınırı ‘eksikliğidir’. İnsan varoluşunun biricikliği ve saygınlığı paradoksal biçimde acizliğinin ve eksikliğinin farkında olmasıyla mümkündür. Bu da ancak ötekinin olması ve tanınmasıyla olası hale gelir. Dolayısıyla bugün psikotik hastalıklar olarak sınıflandırılan hastalıkların nedenlerine yönelik birçok açıklama yapılsa da gözlenen temel durumun bu hastaların çoğunun içe dönük kişilik yapılarına sahip olduğu, ötekiyle ilişki kurmakta zorlandıkları, kendiliğin ötekiyle olan geçişli sınırını deneyimleyemedikleri ve dolayısıyla kuramadıkları gerçek ilişki yerine kendi muhayyel dünyalarını inşa ettikleri gerçeğidir.

Eksik olmanın ötekine bakan yüzü, ihtiyaç iken ötekiyle kurulan güvenli ilişkinin harcı da sevgidir. Sevgiyle kurulan bir ilişki araçsallaştırılmadığı gibi aynı zamanda tamamlanmanın öznesi haline gelirken ben-sen arasında deneyimlenen biricik bir varoluşsal alan oluşturur. Önemli terapi ekollerinden olan Varoluşçu psikoterapi yaklaşımında bu alanı anlamlı kılmak, yaşanan deneyimin kendisine odaklanmak ve ‘an’ hassasiyetini oluşturmak temel hedef haline gelmiştir.

İnsanın ötekine(tanrı, insan, kainat) olan iştiyakı doğumla başlar ve ömrünün sonuna kadar ister bilinç düzeyinde olsun ister bilinçdışı devam ederken ölüm gerçeği bu akışa en büyük tehdit olarak algılanır. Her insanın kendiliği biricik olsa da ham maddesi öteki ve ötekiyle kurulan ilişkinin içselleştirilmesiyle oluşturulduğu için ölüm, varlığın maddi- manevi her boyutuna belli belirsiz dal budak salmış ,içine doğduğu varlık toprağının en derin kuytularına kök salmış kendilik ağacının en acımasız bir şekilde budanması, kökünden sökülüp atılmasının adı haline gelir. Her ölümün erken ve ürkütücü olması bu hakikatten dolayıdır( savunma mekanizmaları arasında zikredilen ‘inkar’, başını kuma gömen deve kuşu misalinin psikiyatristlerce ifade biçiminden öte bir şey değilidir.). 

Varlık sabahının ışığından yokluk gecesinin zifiri karanlığına açılan kapının adıdır ölüm. Tüm albenili hayallerin, iddialı hedeflerin, temellük edilen gelmemiş zamanların, tatlı rüyaların varlığını görünmez hale getirdiği hayat denilen uykunun son bulduğu durağın adıdır ölüm. Ömür sermayesiyle oluşturulan yaşanmışlıkların pişmanlığa dönüşüp döküldüğü bir tabutun adıdır ölüm. Dostoyevski ‘ne yaparsan yap daima pişman öleceksin, ya yaptıklarından ya da yapmadıklarından’ derken ölümü deli dolu akan hayat pınarının önüne bir set gibi çekerek tüm  renkleri flulaştırır ve insanın içini karamsarlıkla doldurur. Halk tabiriyle herkes ‘gözü arkada kalarak’ ölür.    
 
Peki, ölüm niye bu kadar ürkütücüdür ve baş edilebilmesi için inkar örtüsüyle görünmezleştirilmeye çalışılır?
Başka hayatlar gözümüzün önünde yitip giderken ölüme anlaşılmayan bir dil muamelesi yapmak neden bize cazip gelir?Ölümü kendimize konduramamız ve ölümün hep başkaları için mümkün olması  yanılgısı neden bilinçdışının derinlerine kök salar?

Yaşarken deve kuşu olmayı başkaları için bir ayıp sayıp sorunlarından kaçmak olarak değerlendirirken hayatın göbek adı olan ölüme aynı muameleyi yapmayı bir maharetmiş gibi algılamamızın sebebi nedir?

Belki de işin sırrı "gözü açık gitmek" ya da "gözü arkada kalma"nın istisna değil, bir kural olduğunu bilmekte ve benliğin varlığa açılan penceresi olan gözün neyi aradığını anlamakta saklıdır.


                                                                                             Psikiyatrist Dr. Hüseyin Gençer