Ruhu Olan Şehir ;BURSA
Ruhu Olan Şehir ;BURSA

Ruhu Olan Şehir ;BURSA

Osmanlı’nın serlevhası , ufukları aşan manevi çağrıların ses köprüsü, yeşilin tılsımı, suyun türküsü Bursa. Anadolu’daki  evvel baharımız, nice ulu âlimin misk kokulu sözü, Osman Gazi’nin rüyasında demleyip Orhan Gazi’ye nasip olan hayal, Bursa.

Kadim şehirlerin ortak kaderi olan zaman ve mekan üstü asaletin, sokaklarına sirayet ettiği bu şehir çağlar boyu fâtihlerin, kâşiflerin, seyyahların, tüccarların, sanatkarların kızıl elması olagelmiştir. Boz atlar üzerinde, pusatlarında imanın ışığı şavkıyan nice alpleri; ilahi nurun hikmeti ile Peygamber emanetini omuzlayan erenleri; bir nokta ilimden cilt cilt hakikat devşiren âlimleri cezbesinde meftun etmiştir. Beyaz destarının üstü bulutlu, tennuresi her daim semada bir semazeni andıran yüce dağın ayak ucunda talihini kurarken, manevi hat çizilmiş gözüne. Bu nurdan sürmenin dibacesi ise ismiyle müsemma, Ulu Camii’dir. Evliya Çelebi’nin ‘’Bursa’nın Ayasofya ‘sı ‘’ diye itibar ettiği kutlu mabettir o. Yıldırım Beyazıt Han’ın Niğbolu zaferi nişanesi, Emir Sultan’ın icazeti, Somuncu Baba’nın hitabeti, Süleyman Çelebi’nin imameti, Molla Fenari’nin tilaveti, Üftade Hazretleri’nin hidayeti, Niyazi Mısri’nin nezaketidir. En leziz balların, en mahir arılarca toplandığı mümtaz petektir. Beyazıt Han, düşlediği yapıyı Ali Neccar’a anlatınca kağıda akseden mucizedir. Yirmi kubbesinin emniyetinde, şen şakrak çocuklaşan şadırvanıyla iç yangını gönüllere ferahlık bahşedendir. Edep timsali “vav”ın duvarlarını süslediği,”elif”in vahdete şehadet ettiği, Hızır(as.)’ın ziyaretgahıdır. Halife-i Evvel Yavuz Sultan Selim Han’ın, Kâbe’nin örtüsüyle şerefine nur kattığıdır. Timur’un zulmü, Karamanoğlu’nun ateşi ile imtihan edilen Bursa’nın mukaddesidir. Velhasıl, şehrin uluhiyet yolunda imar edilenlerin şahıdır.

Ulu mabedin doğuya bakan kapısı  asırlık çınarların bekçilik ettiği, su şakırtılarıyla asude meydana açılır. Burası Ulu Camii’nin şükrünü, hanların diyetini, Orhan Camii’nin tarihini buluşturan merkezdir. Burada bir dem soluklanıp, zaman üzre bir zamanın şehrin damarlarındaki akışını dinlemelidir. Merdivenli yoldan ana caddenin rengârenk seslerine karışıp Irgandı köprüsüne çıkmalıdır. 600 yıldır Gökdere’nin ak köpüklü sularına taç olmuş burası. Mimar Timurtaş’ın taşın zarafetine emeğin bereketini katmak için kurduğu düştür ve onca talihsizliğine rağmen hâlen ayaktadır. Irgandılı Tüccar Müslihiddin'in hayratı olduğundan, onun adıyla anıla gelir. Ve dahi Bursa’ya dair ilk fotoğraf yine bu nadide gerdanlığa aittir. Sedefkarların, çinicilerin, el işçilerinin arasından geçip köprünün diğer ucuna ulaşınca dünyanın ilk ve tek leylek hastanesine varılır. Ecdadın merhamet abidesi olarak varlığını koruyan bu cumbalı bina bize, 19. yüz yılın  medeniyetinden haber verir. 
     Ardımıza ulu mabedin nurani cemaatini, hanların terazisi denk tüccarlarını, Irgandı’nın  sanatkar ve zanaatkarlarını alıp Gökdere caddesine çevrilir ruh dümenimiz . Koca devleti fetret devrinden nizama kavuşturan Çelebi Mehmet beklemektedir yol üzerinde asırlardır. Şehrin ak koynunda zümrüt bir kolye taşı gibi parlar türbesi. 32 yıllık ömrüne 40’tan fazla savaş sığdıran hünkarın istirahatgahını, veziri İvaz Paşa tasarlar. Bu zerafetin şöhretini perçinleyen ise, Mecnun Mehmet’in gözünün nuru, elinin meyvesi çinilerdir. Vakti zamanında  yanağından akan Karınca deresinin yeşilinden ilham ile renk verdiği pişmiş toprak, zarfı mazruftan bilinir kılmıştır. Bu mübarek yapının hemen karşısında adaşı bir camia yükselir ki, misk-ü amber kokusuyla daha bahçesinden uhrevi lezzeti tattırmaktadır.

Ağzı dualı, beli pusatlı ruhani kervana yeni yârenler eklenip , maneviyat aleminin sultanına doğru yola revân olunur. Her adımda salavat-ı şerifler ve tekbirler inci inci dizilip dudaklara ziynetlenir. Adımlar sessizleşir, yürekler munisleşir. Maddenin katılığından mananın şefkatine kanatlanılır. 
Yolun nihayetinde bir huzura varılır ki şehrin ruhunu tamam eden nice Hâk aşığı kapısında hazır bekleşir. Sol tarafa fani bedenlerin istirahatgahı mezarlık alınıp bir mihenk taşına basılınca saf saf bedenleşen nur ala nurları seçer gözler. Nefsinin diyetini ödemiş Aziz Mahmut Hüdai önde, hemen yanında mütevaziliğin timsali Üftade Hazretleri, Mevlid’in mübarek kalemi Süleyman Çelebi, edebin hakimi Somuncu Baba, dağların sultanı Geyikli Baba, uzun hırkası üstünde,akça ellerinde tesbihi ile gül kokulu Molla Fenâri ve daha yüzlerce Hâk pâresi oradadır. Artları sıra kara börkleri başında Ertuğrul Gazi, Orhan ve Osman Beyler, gözleri yalım Yıldırım Gazi Han, kefenindeki kan damlası hâlâ kanayan Murat Hüdavendigar, boynunda ihanetin urgan izi Şehzade Mustafa, gurbetin asil mahkumu Cem Sultan, ağzı dualı, muzaffer kılıcı semaya kalkık Sarı Saltuk ve alperenleri bekleşir. Onların ardında, toprak teni sikkeleri üzerine kefen rengi destarları, kar parlağı tennureleri ile Mevlevi dervişleri sıralanır. Bu öyle bir sükut halidir ki;  kara karıncanın ayak sesi duyulur. Manen yaşanan bu hale ritim uydurulmalıdır. Tam bir teslimiyet haline girilmelidir. Çünkü bu kapı; hoşgörünün, inancın, birliğin, misafirperverliğin, yiğitliğin, barışın odalarına açılır. Burada sen-ben kalkar; biz olunur. Arınılır, ruh terbiye edilir. Gelen ağırlanır; hatasına, günahına, kusuruna bakılmaz. Çünkü buraya gelinmez, davet olunur. İcabet edene de izzet-i ikram üzere muamele edilir. 
 Ve koca sultan önde nice eren, alp, ulama, vüzera, ûkala, derviş, nefer, komutan, zanaatkar, sanatkar, esnaf cem olup yeniden şehrin sokaklarına girilir. Gönül yangınının buharıyla yükselip tül halinde afakı kaplayan salavatlar ve tekbirler ile bu sefer yarım ay hizasınca Pınarbaşı'na  varılır. Surların tarih bezeli izlerine dokunarak Tophane’ye geçilir. Abdülhamit Han’ın hediyesi zaman kulesinin dibinden mübarek şehrin bedenine nazar edilir ki; biraz dikkat ile içinde nefes alan hayat hemen fark edilecektir. Vaktin eriştiği kuleden ilan edilince Sultan’ın izinde ulu mabede doğru yönelinir. Her adımda binlere ulaşan ruh kervanı ile bahçesindeki şadırvana varılır. Şehrin hamisi dağın, duvaklı başından apardığı berrak ve serin; geçtiği her bir taşın, tümseğin, çağlayanın, düdenin selamını taşıyan sularının ferahlığı ile abdest tazelenir. Ve dahi tek gelinen kapıdan bu defa, şehre ruhunu veren cümle mübarek ile “hep” olarak girilir.

Bitinyalıların ‘’Purusa’’sı, Osmanlı’nın ‘’Bursa’’sı da olsa 7 bin yıllık tarihi boyunca özünü keşfedene her daim cömert davranmıştır bu şehir. Hünkarlara zafer muştusu, şairlere ilham, ermişlere sığınak, muhtaçlara şefkat, yaradana şükür olmuştur. Velhasıl Bursa, sakinlerini kendi rengine boyayan; eşiğine geleni hayran eden; her sokağında başka bir hikaye anlatan; yüce dağından bin bir renkli zamanlar,bereketli, coşkun sular, semaya uzanan gürbüz ormanlar, çeşit çeşit hayvanlar devşiren; Hâk katında makbul gönül erlerini, yalın kılıç, gözü kara alpleri toprağında dinlendiren; kültürü, gelenekleri, sesleriyle ruhu olan şehirdir.